Yeni bir gezi güncesi ile sahalara dönüş yapıyorum.
Rotamız kuzey ve daha kuzey, yani beyaz geceleri ile ünlü Rusya.
Bir önceki yolculuğumuzda Patrick Süskind'in Koku'sunun izinden gitmiştik.
Bu sefer de izin verin sizi Dostoyevski'nin Beyaz Geceler'ine götüreyim.
Gerçi Ağustos sonu çıktığım seyahatimde bulduğum geceler, bulunduğum meridyen ve paralelde çok da beyaz değildi ama yine de 23.00'da kararan hava günlerimi uzatmaya yetti.
Seyahat için çok heyecanlıydım, uzun zamandır aklımda olan rotalardan biriydi.
İlginçtir ki o hafta sanırım İstanbul'un tüm seyyahları benim gibi heyecanlanmış ve çantayı kapıp soluğu havaalanında almış. Nitekim kuyruklar havalanının dışına taşıyordu. Uçağı zor yakaladım.
2. Kavimler Göçü’ne şahit olmuş olabilirim.
İlk durağım Rusya'nın biraz daha bohem yüzü olan St. Petersburg'du.
Beyaz Geceler'de Dostoyevski, 1800'lerin St.Petersburg'unu soğuk kış geceleri ile anlatır.
Kısa hikayede hayalperest ana karakterimiz bu boş sokakların birinde hayatının aşkıyla karşılaşır.
Siz bu sokaklarda hayatınızın aşkıyla karşılaşır mısınız bilemem ama şehrin silületinde hala Dostoyevski'nin 1800’lerini tasvir ettiği St.Petersburg'u görebilirsiniz.
Yaklaşık 4,5 saat süren bir uçuşla Pulkova havaalanına varıyorsunuz.
Ulaşım yollarında bu güne kadar gafil avlanmamış biri olarak söylerken utanıyorum ama otele gidişim sırasında bir korsan taksi tarafından dolandırıldım resmen. Üniformaları ve taksi logoları aynı gerçek durak taksileri gibi oluyor, dikkat etmenizi tavsiye ederim. En iyisi varış öncesi otelinizden gidiş yolları hakkında yazılı bilgi almak.
Lütfen kiril alfabesi karşılığını bulundurmayı da ihmal etmeyin.
St. Petersburg'da merkezi sayılabilecek Kazanskaya Caddesi'nde kaldım.
Sokağın başında büyük Kazanskaya Katedrali var.
Kazanskaya Katedrali bir Rus Ortadoks katedrali. 1801’de başlanan yapımı 10 yıl sürmüş.
Rusya’nın Napolyon’un ordularına karşı kazandığı zaferin bir sembolü olmuş.
1917 Bolşevik Devrimi’yle kapatılmış ve 1932’de bir dinler tarihi ve ateizm müzesi olarak devreye girmiş. Komunist dönemden sora ise 1996’da tekrar bir Ortadoks kilisesi olarak açılmış ve şu anda St.Petersburg’un merkez katedrali olarak geçmekte.
Dışının güzelliği içinde de devam ediyor. Ayinlerine denk gelirseniz izlemesi keyifli olacaktır.
Bir pazar ayinine denk gelebilirsiniz |
Güllerle dolu bahçesinde soluklanıp, güvercinleri besleyebilirsiniz. |
Otelime yerleştikten sonra küçük bir şehir turu için kendimi dışarı attım.
İlk uğrak noktam Naberezhnaya Kanale Gribboyedova’nın sonundaki “Church of The Savior on Spilled Blood” oldu.
Bu garip ismini, kilisenin olduğu yerde suikaste kurban gitmiş olan Çar Alexander II’ye adandığı için almış.
1881’de çar saltanat vagonuyla alana gelirken bir bomba atılması sonucu ağır yaralanmış ve kaldırıldığı Winter Palace’da kısa sure içinde ölmüş. Bunun üzerine 1883’te oğlu Çar Alexandre III tarafından babasının anısına bu katedral yaptırılmaya başlanmış.
St.Petersburg’daki diğerler yapılardan farkı şehrin geneline neo klasik ve barok mimari hakimden, bu katedralin romantik nasyonel tarzda inşa edilmiş olmasıymış. (hiç birinin ne demek olduğuna dair fikrim yok, mimarların yorumunu aktarıyorum naçizane)
Dıştan bakınca şeker, çikolata ve m&m’s’li muffinden oluşan bir Hansel & Gretel evini çağrıştıran katedralde benim için esas olay katedralin içine girince başladı.
Burası bir mozaik müzesi. Katedralin içi 7500 m² mozaikle kaplı, bir başka deyişle soldan sağa, yukarıdan aşağıya, köşeden köşeye, sadece yerden tavana değil, tavan dahil her taraf mozaikle kaplı. Burası dünyadaki en çok mozaik kullanılan yapıymış aynı zamanda. Vaktinde Ayasofya'daki yarısı çalınmış, yarısı harabe üç beş metrekare mozaiği hayranlıkla izlediğimi hatırladım içim buruk bir şekilde.
Tabi ki böyle bir yapı 4.6 milyon ruble’ye malolmuş. |
Hazin hikayesi, 1917 Bolşevik Devrimi ile harabeye dönmesiyle başlıyor. 1930’da ise tamamen kapatılmış. II Dünya Savaşı sırasında, Nazi’lerin Leningrad Kuşatması sırasında, açlık ve salgın hastalıktan kırılan halkın ölüleri için morg olarak kullanılmış. Savaş sonrası düştüğü durum ise biraz komik ve ironik. Sebze, meyve için depo olarak kullanılmış efendim bir dönem. Hatta halk arasında ismi “Savior on Potatoes” olarak değiştirilip geyik muhabbeti konusu edilmiş.
Yeniden yükselişi, 1970’de yönetiminin, yine ayrı güzel bir katedral olan, geleceğiz oraya da, yüksek bütçeli St.Isaac’s Katedrali’ne geçmesi ile başlamış. 27 yıllık restorasyondan sonra 1917’de tekrar açılmış ama şu anda da ibadete açık değil, dediğim gibi bir nevi bir mozaik müzesi ve kültür sembolü.
Savaş sonrası hali... |
Gündüz haricinde bir kere de kararabilen bir gecede uğrayıp dışındaki ışıklandırmaları izlemenizi tavsiye ederim.
Spilled Blood’ın hemen yanındaki Michailovsky Bahçeleri’nde de soluklanıp dinlenebilirsiniz.
Rus Müze Kurumu şu anda parkı mimar Carlo Rossi’nin 1820’lerdeki çizimlerine uygun olarak yeniden düzenliyor. Benim ağzı gözü dağıtılmış şehirimin kültürüne göre içinden göğe doğru AVM uzanmayan bir otlak neye yararın cevabını veriyorlar adamlar.
Sonraki gün düz ayak gerçek bir şehir turu için hazırlandım.
Hedefim de vardı; süper bir şans ile favori gruplarımdan Editors’un turnesinin St.Petersburg ayağını yakalıyordum. Bileti almam gereken Club A2 şehrin Petrogradskaya adacığında olduğu için uzun bir şehir turu yaptım. İlk izlenimlerimden bahsetmek gerekirse, Volga Nehri'nin küçük adacıklara böldüğü bu şehir bana kanalları ve köprüleriyle minyatür bir İstanbul'u çağrıştırdı. Kanal dediğim ise Hollanda'nın minik kulaçlık kanalları gibi değil, gerçekten boğaz havası verecek kadar geniş. Öyle ki nehir cruise'leri ile turlamak en büyük turistik keyiflerden. Şehir ortasındaki adacıklara araç ve yaya trafiğine açık köprüleriyle bağlanıyor. Boğaz keyfine benzediği için ev özlemi çekmedim pek.
Günün sonuna doğru da ödülümü aldım :) |
Önden ikinci sıra, favori playlistim ve Tom Smith :) |
Bir günümü Palace Square (Dvortsovaya Ploshchad) ve meydandaki büyük Hermitage Müzesi’ne ayırdım. Nevsky Prospekt caddesini Vasilievsky adasına giden köprüye bağlayan meydan, şimdinin St. Petersburg’unun ve eski Rus imparatorluğunun ana meydanı.
Palace Square |
Hermitage'ın girişi |
Meydanın ortasında Alexander Column’u göreceksiniz. Bu kızıl granitten yapılma anıt 47,5 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 500 ton gelmekte.
Alexandre Column |
Palace Square’in tarihi önemi büyük. Kanlı Pazar ve yolunu açtığı Rus Devrimi başlangıcına şahit olmuş.
Kanlı Pazar’dan biraz bahsetmek istiyorum;
Halkının haklı taleplerine sağırlaşmış olan Çarlık yönetimine karşı, işçi sınıfı 1904’te ayaklanır ve 800.000’in üzerinde katılımcı ile büyük bir grev başlatır. Öyle ki, 1905 Ocak’ına gelindiğinde şehirde ne elektrik vardır ne de en basitinden bir gazete basımı. Tüm halka açık alanlar kapatılmıştır. Hala taleplerine somut bir karşılık alamazlar. Göstericilere Ortodoks papaz Gapon liderlik eder ve taleplerinin bizzat Çar’a iletileceği bir organizasyon ayarlar. Grev yapan işçiler ve ailelerinden oluşan yaklaşık 3.000 kişilik grup silahsızdır, barışçıldır. Şarkılar, türküler eşliğinde Palace Square’de toplanırlar. Bilmedikleri şey, Çar’ın çoktan şehirden ayrıldığıdır. Meydandaki Winter Palace’a kadar engesiz gelirler ama yolları ve kilit noktalar çoktan kraliyet muhafızları tarafından tutulmuştur.
Grubu dağıtmak için uyarı ateşi açılır, grup dağılmaz. Bu sefer doğrudan grubun üzerine, hatta liderlik eden Gapon’un üzerine ateş açılır. O kurtulur, etrafındaki 40 kişi ölür. Resmi rakamlar, açılan ateş ve çıkan arbede sonucu 96 kişinin öldüğünü söyler. Halka göre ise bu sayı sabunludur. Evet Çar orada değildir ve ateş emrini vermemiştir ama yönetiminin süregelen vurdumduymaz, umursamaz, baskıcı, işine geldiğinde sağır tavrı ile bu olay bardağı taşıran son damla olmuş ve Rus Devrimi’ne giden yolu hızlandırmıştır. Çektirdiklerinin yanında diktatör kafaların sonu da ayrı bir hazin, çoğunun kafası yerinde dahi kalamamış. Anlayana...
Meydan şimdilerde geçmişin tozunu atmış, neşeli olaylara ev sahipliği yapıyor. Rolling Stones, Madonna ve Roger Waters falan konser vermiş burada. Roger Waters’ın meşhur duvarını yıkarken burada neler söylediğini özellikle merak etim.
Gelelim meşhur Hermitage Müzesi’ne...
Burası dünyanın en eski ve büyük müzelerinden biri.
Taa 1764’te Büyük Catherine tarafından yaptırılmış. 1852’den beri de halka açık.
Koleksiyonunda 3 milyonun üzerinde parça olduğu söyleniyor. Bahsettiğim Winter Palace şu anda Hermitage’ın bir bölümü. Bunun yanında Palace Embankment ve Menshikov Palace (porselen müzesi) da Hermitage’ın.
Görecekleriniz çok çeşitli; eski Mısır medeniyetinden seçmeler, tarihöncesi dönem eserleri ki içinde Türkiye’den de parçalar var. Resim sanatı adına, Goya, El Greco, Michelangelo, Monet ve Van Gogh gibi meşhurlardan tablolar dahil.
Hermitage'ın kendisi saray gibi zaten |
Benim ilgimi çeken birkaç parça;
Tamamen gümüşten |
Bu bir sergi dışı eser, sadece kapı tokmağı |
Her sabah böyle bir aynaya bakarak süslenmek isterdim doğrusu |
Gördüğüm en ilginç ve süslü Sfenks! |
Devrim sonrasında aristokrasiden ve Kızıl Ordu’nun Almanlar’dan ele geçirdiği bazı özel koleksiyonları da bünyesine katmış. Kızıl Ordu kazanımlarını 94’te yasal olarak açıklamış ve “Hidden Treasures Revealed” ismiyle sergilemiş.
Hazine demişken, Hermitage’da iki tane de hazine odası var ki görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Özel tur bileti almanız gerekiyor ve saatleri var. İçeridekileri gördükten sonra tek taş, beş taş, tam tur falan hikaye kalıyor o kadarını söyleyeyim. Hazine arşivinin bu kadar zengin olmasının bir nedeni hükümdarları Büyük Peter’in hazine kazıcılarının altın eritip satmasını yasaklamasıymış. Eski uygarlıklara ait altın objeleri eritip satanları ölüm cezasına çarptırmış ve çıkartılan eski altınların St.Petersburg’a getirilmesini emretmiş. Bu sayede büyük Rusya ve Sibirya topraklarında varolmuş eski medeniyetlere dair çok daha fazla fikir sahibi olabiliyoruz.
Hermitage ile ilgili komik bir hikaye anlatarak bitiriyorum. 1985’te biri Rembrandt’ın Danae adlı tablosuna sülfürik asit fırlatmış (meslektaş mıydık merak ettim bu arada) Adamın deli olduğuna karar verilmiş. Tablo restore edilmiş, şimdi camekan ardında. Tabloya baktım niye tepesini arttırmış olabilir diye ama nü’lük dışında bir sıkıntı göremedim, ucube de değildi.
Bu arada Müzenin yetkili kedisi ile de kedi özlemimi giderdim.
Dikkat Kedi Mahali :) |
Bu da kadrolu Haşmetmeap! |
Hermitage'ınkilerden çok farklı bir koleksiyon barındıran bir müze de köprünün karşı tarafında var. Adı Kunstkamera. Tarih öncesi eserleri barındıran ilk iki kat zararsız ama son üçüncü kata sinirleri sağlam olmayanların çıkmamasını öneririm. Kimilerine göre bir ucube sergisi kimilerine göre garip bir hazine... Koleksiyonu hikayesi büyük hükümdarları I. Peter'e dayanıyor. Taht için hazırlanan Peter inşaat mühendisliği okuması için Hollanda'ya eğitime gönderiliyor ama aynı zamanda hep ilgi duyduğu tıp ve anatomi üzerine de dersler görüyor. Leiden'da meşhur anatomi uzmanı Govert Bidloo'nun otopsi sınıflarına katılıyor, ki bu durum oldukça yeni çünkü 1500'lere kadar otopsi günahmış. Ayrıca beden uzuvlarını saklama yöntemini keşfeden ve kendi "anomali sergisi" olan Frederik Ruysch ile tanışıyor. Ruysch'ı Rusya'ya davet ediyor ve Kunstkamera'da çalışmasını istiyor. Burada, dünyadan topladıkları hayvan embriyosu, fetüs vb. anomalilerini inceleyip mumyalıyorlar ve sergiliyorlar. I.Peter'in amacı, anatominin mükemmelliğine ve gizemine duyduğu özel ilgi dışında, halkı batıldan korumak ve bilime yaklaştırmak çünkü o dönemde sakat, eksik veya fazla uzuvlu, engelli çocuk doğurmak şeytanın işi ve hatta anne de cadı olarak görülüyormuş cahil halk tarafından.
Fotoğraf çekmek yasaktı, çekseydim de buraya ekleyemezdim. Merak ederseniz biraz araştırabilirsiniz. Çok ilginçti o kadar söyleyeyim.
Bir başka durağım da çok beğendiğim Isaakiyevskaya Square’deki güzel St. Isaac’s Kathedrali oldu.
Burası bir Rus-Ortodoks katedrali. Dıştan görünümü size başka bir yeri anımsatacak.
Tahmininiz doğru, Amerika, Beyaz Saray’ın tasarımı için ilham almaktan fazlasını yapmış.
İçinde devasa malahit ve lapis sütunları var. Bu iki yarı değerli taşa takı tasarımında bayılırım.
Kaç kolye çıkacağını hesaplayamadım bile.
Büyük Batı Kapısı, 42 m2, 20 ton, meşe odunu ve bronz işçilik |
Malahit Sütunlar |
II. Dünya Savaşı’nda zarar görmüş. 1947-1963 arasında restore edilmiş. |
Son günümde Büyük Peter’in yazlık sarayı Petergof bahçelerine gittim.
Gidiş turlara para kaptırmanızı gerektirmeyecek kadar kolay. Metro ile Avtova’ya gidiyorsunuz.
Buradan otobüsler kalkıyor. Yaklaşık 40 dakika süren güzel bir yolculukla Petergof’a varıyorsunuz.
Üst bahçe ücretsiz ama alt bahçeye girmek için bilet almalısınız ki esas güzellik burada.
Fotoğraflarla açıklıyorum;
Saat 10.00'da açılan fıskıyelerin altından geçmek bir ritüel, cesaretiniz varsa |
Sıcak yaz günlerine ayakları ferahlatmak için yaratıcı bir buluş :) |
Petergof'ta pek çok farklı tasarımda fıskıye göreceksiniz. |
1920'leri... |
1950'leri... |
1970'leri... |
St. Petersburg anılarım burada bitiyor...
Moskova’ya gidişimi tren ile yaptım. Bence şehirlerarası tren yolculuğu bir ülkeye dair fikir sahibi olmanın en iyi yollarından biri. Ana istasyondan biletimi almak ayrı bir Kiril macerasıydı. Görevli kızla yazışarak anlaştık. Teslim aldığım bilet de yine hiçbir anlamlı karakter içermiyordu benim için. Trenin kalkmasına üç saat vardı. Burada bana kiril-latin alfabe çevirisini veren arkadaşımı minnetle anmalıyım. Peron ve anonsları anlamak iki saatimi altı zaten. Kalan bir saatte de bileti latine çevirip google çeviri’den koltuk numaramı deşifre etmekle geçti. (mübalağam gözünüzü korkutmasın, hepsi hallediliyor bir şekilde)
Teşekkürler Burcu! |
Tren kompartmanı en son Sherlock Holmes Gölgerin Oyunu'nda gördüğüm tiptendi. |
Moskova’ya bardaktan boşalırcasına bir yağmur eşliğinde vardım. Bir elimde navigasyon, bir elimde valiz ve bir elimde şemsiye tutmayı becerebilecek bir Hint Tanrıçası olamadığımdan pes ederek otele kadar taksi tuttum. Bu sefer şanslıydım insaflı bir ücrete Tryokhprudny Pereulok’taki otelimdeydim. Yağmur ne yazık ki üç gün boyunca benimleydi ama pes edemezdim. Ertesi gün Moskova Kremlin’e gitmek üzere yola çıktım. Burada Moskova Metrosu’ndan bahsetmeliyim. Kendisi, tüm turist rehberlerinde bizzat gezilip görülmesi gereken bir nokta olarak yer almaktadır. Haksız da değiller. İstasyonların çoğu sanat eseri, müze gezer gibi.
Moskova Metrosu |
Moskova Metrosu |
Şu şekilde anlatayım; Londra metrosunu bilenler ve karışık bulanlar daha hiçbir şey görmediler.
Metro Haritası ??!! |
Moskova Metrosu, Londra’dan sonra dünyanın en eski metrosu. 1935’te 11 km yol ve 13 istasyonla devreye girmiş. Şu anda 188 istasyonu var ve 113 km’lik bir hatta ilerliyor. Günde yaklaşık 7 milyon yolcu taşıyor ve yolcularını balık istifi yapmadan taşıyor.
Moskova Kremlin’in olduğu Kızıl Meydan için Ploshchad Revolytsii durağında inmelisiniz. Kızıl Meydan civarı görülmesi gereken tüm noktalara yakın. Moskow Kremlin, St. Basil’s Cathedral, National History Museum ve Bolshoi Theatre buralarda.
St. Basil’s Cathedral’den bahsedelim biraz. Burası Moskova denildiğinde ilk akla gelen yer, genelde de yanlışlıkla Kremlin olarak biliniyor. Katedral, Bizans dönemi Hristiyanlığının da ana merkeziymiş.
St.Basil's Cathedral |
Katedrali içi |
Katedralden bir ikona |
St. Basil’in lahiti 1500’lerde Korkunç Ivan tarafından yaptırılmış. |
Moskow Kremlin yani Moskova Kalesi'nin varlık sebebi hükümdarlık binalarını çevrelemek ve korumak.
Şimdi de hükümet yönetimi buradadır.
Kremlin Haritası |
Kremlin |
Kızıl Meydan (Krasnaya Ploshchad), yani Kremlin’i Kitay Gorod caddelerinden ayıran ana meydan, Moskova’nın ana ticaret Merkezi olmuş tarih boyunca. “Kızıl” ismini genel tahminlerin aksine, ne etrafındaki kızıl tuğlalardan ne de kızıl ordu-komunizm ilişkisinden alıyor. Rusça’da “krasnaya” kelimesi hem “kızıl” hem de “güzel” anlamına gelmekteymiş. Yakınındaki St.Basil’s Cathedral’in bir sıfatı da “güzel” olduğu için meydan asıl ismini buradan almış. Kızıl Meydan, Sovyet döneminde en büyük askeri gösterilere ev sahipliği yapmış.
Lenin'in mozoloesi, Kızıl Meydan |
Kremlin ve Kızıl Meydan, Unesco Dünya Mirasları Listesi’ne ilk giren yerlerden, 1990’dan beri…
Meydan, günümüzde konserlere de ev sahipliği yapıyor.
Medyatik bir dip not ile Kızıl Meydan’ı bitiriyorum; Paul McCartney konseri bir dönüm noktası olmuş çünkü Beatles’ın Sovyetler döneminde ülkede konser vermesi ve plaklarının satılması yasaklıymış!
Kızıl Meydan’da bulunan State Historical Museum’u da görmenizi tavsiye ederim.
1883'te bizzat Çar tarafından açılmış. |
Arşivinde 4,5 milyon parçanın olduğu söyleniyor. Bunların içinde Rusya’nın hükmettiği topraklardan toplanan tarih öncesi eserler ve Romanov ailesinden kalan nadide parçalar var.
Evlilik tacı, tam "baş"lık parası olmuş |
1800'lerde hediye olarak verilmiş bir Osmanlı nişanı |
Anneleri çıldırtacak cinsten bir porselen seti |
Şıklığından ve dinamitlerinden ödün vermeyen bu ceket tasarımı çok hoşuma gitti. |
Moskovaya dair GUM (RYM) Alışveriş Merkezi'nden bahsederek bitiriyorum. Kendisine alışveriş merkezi demek çok fena bir haksızlık ama başka bir kelime kalıbı bulamıyorum. Londra Harrods'ın Rus versiyonu diyebiliriz. Kitay Gorod'un Red Square'e bakan tarafındaki devasa tarihi yapı burası işte. Kesinlikle çok şık.
1890'larda inşaa edilmiş. Üst cam kubbe dönemi için çok önemli bir tasarımmış. Çapı 14 metre ve 50.000'den fazla metal çerçeveden oluşuyor, bu da 700 tondan ağırmış. Özelliği üzerinde biriken karı fazla ağırlık yapmadan atabilmesi.
Cam kubbe gün ışığını içeri veriyor ve gezmeyi çok keyifli kılıyor. Korunaklı sokaklarda yürümek gibi. |
GUM şu anda çoğu lüks tüketim markalarından oluşan bir alışveriş merkezi. Bir nevi Moskova'nın İstinye Park'ı. |
Rus devrimi dönemi, 1.200'den fazla dükkan varmış Devrim sonunda millileştirilmiş. 1928'de Stalin tarafından ofis binalarına çevrilmiş hatta 1923'te Stalin'in intihar ederek ölen eşi için bir mozole/mezar gibi de olmuş. 1953'te ise tekrar alışveriş merkezi olarak açılmış ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle de tamamen özelleştirilmiş.
1981 Mayıs gösterilerinden bir kare... Arkada GUM |
GUM'ın seçkin şarküterisi. Vodkanızı buradan almanızı öneririm. |
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
En güzel kısmını sona sakladım. Gurme kısmını...
Tavsiye edeceğim bir restoran var, o da St. Petersburg'daki Levin. Merak ettiğim tüm Rus lezzetlerini orada denedim. Malaya Morskaya Ul. 21 numarada ufak bir aile restoranı. Sadece birkaç masadan oluşuyor ve bir aile tarafından işletiliyor. Görsellerle paylaşıyorum;
Bunun adı "vodka cured karelian trout" Vodka ile marine edilmiş somon. |
Bunu içmekten çok keyif aldım. "Honey Beer" Adı gibi hafif tatlı ve çok rahat içimli. İçinde bal varmış. |
Meşhur Borsch çorbası. Değişik, hafif tatlı. İçinde bol pancar ve dana eti var |
Bu çok güzel işte. Vatanında gerçek Beef Stroganoff. |
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gezi notlarım burada sonlanıyor. Başka bir meridyen ve paralelde görüşmek üzere...
Sevgiler,